celal yıldız uzaktan eğitim bodrum haber katılım bankası kdv iadesi
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul °C

SİNEMA BİR MUCİZEDİR

Arzu Arda Deger
"Perde büyülü bir dünyadır. Öyle bir gücü vardır ki, duyguları başka hiçbir sanat formunun yanına bile yaklaşamayacağı bir şekilde ortaya çıkarır" Stanley Kubrick

Merhaba,

Bundan böyle Haberem.com’da, bu köşede, ağırlıklı olarak sinema&dizi kritiklerine, arada sırada da olsa TV’ye ve yine sinemayla ilgili olan güncel gelişmelere dair yazılarımla sizlerle birlikte olacağım. Belki sizden gelecek öneri ve fikirlerle de konuyu belirlediğimiz bir yolculuk haline getiririz bu deneyimi, neden olmasın?

“İlk yazımın konusu ne olsun” diye düşünüyorum bir iki gündür; daha evvelden yazdıklarım var, ileriye doğru yazmayı planladıklarım var, ancak hiçbirini ilk yazı için uygun göremedim. “Yazma maksadımı” kendime hatırlatmam ise yardımcı oldu; işin en başına gideceğiz, sinemanın ortaya çıkış hikayesi anlatılmadan sanki tüm yazılar eksik kalacak gibi… Kendim de bir sinemacı olduğum için, sizinle çıkacağım bu tarihi yolculukta ilk yazımın, bilgilerimin tazelenmesine, bilmeyenler için öğrenme fırsatı sunmasına, ama bundan daha önemlisi mesleğimin kaşiflerine, atalarına saygı duruşu imkanı vermesi, beni çok mutlu edecek.

Sinema, en basit haliyle yazacak olursakkamera aracılığı ile elde edilmiş görüntülerin bir ışık aracılığı ile beyaz renkte bir perdeye yansıtılarak, film adı verilen sesli veya sessiz hareketli görüntüler elde edilmesi olayıdır. Görüntünün retinada iz bırakması olgusundan yola çıkan Belçikalı fizikçi Joseph Plateau 1832’de fenakistiskopu icat etti. İlk animasyon aletlerinden biri olan fenakistiskop, yuvarlak bir şekil üzerine, görüntüleri aşamalı olarak yan yana yerleştirip hızla bakıldığında gözde hareket aldanması yaratma üzerine kurulmuştu. Kelime Yunanca’da “göz aldatması, göz yanılması“ manalarına gelmektedir zaten.

Yapılan yeni çalışmalarla bu aletler sürekli gelişim/değişim gösterek  “Stereofantaskop / biyoskop”, “Astronomi Tabancası” ,”zootrop/zoetrop”,” fotoğraf tüfeği”,” Praksinoskop”, “kinetograf/kinetoskop “ isimlerini alıp, nihayetinde Louise ve Auguste Lumiere kardeşlerin 13 Şubat 1895’de “sinematograf”ı icat etmesine kadar geldi.

Sinema tarihinin ilk filminin ismini bilenleriniz vardır muhakkak; ”Arrival of a Train at La Ciotat ”  – Trenin La Ciotat Garına Gelişi”  Bu film çok büyük ilgi görmüştü. Paris’te Grand Cafe bodrumunda açılan ilk sinema salonundaki gösterimlerde, üstlerine doğru gelen treni görünce izleyicilerin sandalyelerin altına saklanmaya çalıştıkları, Paris’te açık hava sinemasından korkarak kaçanların olduğu söylenir. Merak edenleriniz için Youtube linkini bırakıyorum;

Lumiere’ler bu işin geleceğinden pek ümitli olmamalarına rağmen, 1896’da İstanbul’a geldiler ve  “Haliç’in Panoraması”, “Boğaziçi Kıyılarının Panoraması”, “Türk Topçusu”, “Türk Piyadesinin Geçit Töreni” adlı filmleri çektiler. İki yıl sonra ise ellerinde 1000’e yakın film vardı. Elbette bu filmler şimdiki bildiğimiz şekliyle yazılmış bir senaryoya, kurulan ekiplere, prodüksiyona ,mizansene dayalı oyunculukları olan, ticari ya da sanat yönü baskın filmler değildi. Daha çok belgesel tarzda ve açık havada çekilen görüntüler ve günlük yaşamdan alınan kayıtlardan oluşuyordu ve elbette sessiz filmlerdi. “Çar II. Nikola’nın Tac Giyme Töreni “ ya da “Bahçesini Sulayan Bahçıvan”  gibi…

Bu arada “sinemada sansür” de sinemanın doğumuyla yaşıttır diyebiliriz, çünkü Rus Çarı II. Nikola halkı selamlarken tribün çökmüştür ve Lumiereler bu görüntüleri an be an kayda almıştır. Kayıtlara, sonrasında polis el koymuş ve halka gösterilmesini yasaklamıştır.

Lumiereler’in filmleri dünyanın çeşitli yörelerine gönderilmiş kameramanların saptadıklan belgeseller ya da haber filmleri iken, Edison‘un filmleri stüdyoda çekilmiş sirk ve vodvil gösterilerinden ibaretti. Sinemanın kendine özgü anlatım olanaklarından yararlanma ve bir öykü anlatma dönemi ise , bugün bile kullanılan sinema tekniklerini borçlu olduğumuz, Fransız yönetmen Georges Melies‘le başladı. “Aya Seyahat” ticari değer taşıyan ilk filmdir. (1902)

Melies’in kamerası sabitken, değişik çekim ölçeklerini ve kamera açılarını kullanan ve bunları öykünün gelişimine göre kurgulayan ilk sinemacı ABD’li Edwin S. Porter olmuştur. “The Great Train Robbery “(1903- Büyük Tren Soygunu) filminde, hareketli ve gerilimli sahnelerde yakın ve kısa çekimler kullanarak, kamerayı hareket ettirerek ve arkadaki bir perdeye yansıtılmış görüntülerle öndeki bir mizansenin birleştirilmesine dayanan arka gösterim tekniğini uygulayarak gerçekçi sinemanın temellerini atmıştır.

Ülkemizdeki sinema tarihinin ise, Sigmund Weinberg’in, Lumiere Kardeşler’in  “Trenin La Ciotat Garına Gelişi “ filmini Galatasaray’daki bir birahanede gösterime sunmasıyla başladığı bilinmektedir.

Fuat Uzkınay’ın çektiği 1914 tarihli “Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” isimli belgeselin, Türk sinema tarihinin ilk eseri olduğu varsayılmaktadır…”Varsayılmaktadır” diyorum, çünkü esere ait bir kopya günümüze ulaşmamıştır ve halen ilk film olduğuna dair üzerinde hemfikir olunmuş bir yapım değildir. Osmanlı – Rus Savaşı ardından Rusların ilerledikleri en uç nokta olan Ayastefanos’a diktikleri zafer anıtı, 1914 yılında 1. Dünya Savaşı’na dahil olan Osmanlı Devleti tarafından gövde gösterisi yapmak amacıyla yıkılır. Anıtın yıkılışı da daha önce sinemayla ilgilenmiş ve o dönemde yedek subaylık yapmakta olan Uzkınay tarafından, 150 metrelik belge filme çekilir.

Sinema yazarı Burçak Evren‘e, bazı başka kaynaklara göre Osmanlı tebaasından olan Manaki Kardeşler‘i Türk sinemasının öncülerinden kabul etmek daha doğru gibi; 1905’te ilk çektikleri film “Yün Eğiren Kadınlar”ı Türk sinemasının başlangıcı olarak kabul etmek olasıdır.  Yanaki ve Milton Manaki Kardeşler’in 1905’te çektikleri ilk film de, ondan sonra gelen filmleri de Makedonya’nın Osmanlı egemenliğinde olduğu bir zaman diliminde çevrilmiştir. O dönemde, Makedonya’daki belgeler incelendiğinde, hepsinin üzerinde Türkiye yazısını görmek mümkündür. Ayrıca, Manaki Kardeşler, çektikleri fotoğrafların altına soğuk damga şeklinde koydukları tanıtımlarında, adlarıyla birlikte Türkiye yazmayı da ihmal etmemişler ve kendilerini içinde yaşadıkları ülkenin adıyla ifade etmişlerdir. Yine aynı şekilde 1912’den önce Makedonya ile ilgili çıkan her belgede (kartpostallar-evrak vs.) Türkiye adının dışında bir başka ülke-devlet adı kullanılmamıştır. (Burçak Evren’in “Balkanların ve Türk Sinemasının İlk Yönetmenlerinden: Manaki Kardeşler” isimli makalesinden alınmıştır.)

 

1914-15 yıllarında Enver Paşa, Merkez Ordu Sinema Dairesi’ni kurdu. Merkez Ordu Sinema Dairesi, 1. Dünya Savaşı boyunca, savaş belgeselleri çekti. 1916’da Sigmund Weinberg’in çektiği ilk konulu Türk filmi “Leblebici Horhor Ağa”, başrol oyuncusunun ölümünün ardından tamamlanamadı.

Bizim sansür ile tanışmamız ise 1918 yılında Ahmet Fehim’im yönettiği ‘Mürebbiye’ filmi ile oldu; film Fransız kadınlarını aşağıladığı gerekçesiyle o dönemde işgal altında olan Osmanlı’da yasaklandı.

Türk Sineması’nın ilk konulu filmleri 1917 yılında Sedat Semavi’nin yönetmenliğinde çekilen “Pençe” ve “Casus” filmleriydi. Maalesef bu filmlerin de günümüze ulaşabilmiş bir kopyası bulunmamaktadır.

İlk komedi filmimiz Hüseyin Şadi Karagözoğlu tarafından 1917 yılında çekildi. ‘Bican Efendi Vekilharç’ filmi büyük ilgi görünce, filmin devamı olarak  ‘Bican Efendi Mektep Hocası’ ve ‘Bican Efendi’nin Rüyası’ filmleri çekildi. Böylelikle sinema tarihimizdeki ilk film serisi çekilmiş oldu.

1922 yılından 1940’ların ortasına kadar Türk Sineması’nın tüm yükünü usta yönetmen Muhsin Ertuğrul üstlendi. “Tiyatrocular dönemi “olarak adlandırılan bu dönemde Muhsin Ertuğrul, 32 filme imza attı.  İlk sesli film “İstanbul Sokakları’nda” yı çekti. Hazım Körmükçü, Bedia Muvahhit, Talat Artemel, Ferdi Tayfur ve elbette Cahide Sonku gibi önemli tiyatrocuları sinemaya da kazandırdı. Cahide Sonku’yu Türk sinemasının ilk gerçek yıldızı olarak tanımlamak yanlış olmaz. Muhsin Ertuğrul’un 1934’te ikinci kez perdeye uyarladığı ‘Leblebici Horhor Ağa’ Venedik 2. Uluslararası Film Şenliği’nde Onur Diploması aldı ve uluslararası ödül alan ilk Türk filmi oldu.

Genel bilgi olarak ilk renkli uzun metrajımız “Halıcı Kız” olarak bilinir. Burada da değişik fikirler mevcut; Sinema dergisi Altyazı’nın Mart 2003 sayısındaki makalesinde Burçak Evren, ilk renkli film olarak Ali İpar‘ın yönettiği Salgın (1954) filminin sayılabileceğini ifade etmiştir. Muhsin Ertuğrul tarafından 1953’te çekilen “Halıcı Kız”, ki kendisinin son filmidir,  geçtiğimiz Nisan ayındaki 38.İstanbul Film Festivali’nde ikinci kez restore edilmiş haliyle gösterildi. Vedat Nedim Tör’ün aynı isimli yapıtından uyarlanan “Halıcı Kız”, başına gelmedik kalmayan güzel köylü kızı Gül’ün hikâyesini anlatıyor.

‘Çığlık’ ilk korku filmimiz. Ancak bu yapımın da kopyası günümüze ulaşamadı.

Daha ilk gösterimlerden başlayarak kitlelerin ilgisini çeken ve yaygın bir eğlence aracına dönüşen sinema, 20.yy’ın ilk 10 yılında başlı başına bir sanayi ve ticaret dalı haline geldi. Önceleri dünya pazarına Fransız sinemacıları egemendi. ABD’de ise nickelodeon adı verilen sinema salonlarının hızla yayılması başlıca doğu kentlerinde art arda film yapım şirketlerinin kurulmasına yol açtı. Yapımcı şirketlerin 1908’de kurdukları Motion Picture Patents Company‘nin yürüttüğü mücadele karşısında bazı sinemacılar batıya giderek orada etkinlik göstermeye başladılar ve böylece Hollywood’un temellerini attılar.

Günümüzde neredeyse sınırsız teknik imkanlarla, çok farklı tür ve anlatım teknikleriyle ,başlangıçta sinema salonlarında kitleleri bir araya getirme, eğlenme amacı gütse de, sonrasında TV ,video kaset, VCD, DVD,kablolu yayın, internet ve en son olarak da dijital platformlardaki gösterim halleriyle bize ulaşmaya devam eden sinema, sanırım dünya üzerindeki tüm insanların en sevdiği, en kolay dahil olabildiği sanat dalı. ‘Yedinci Sanat’ diye de nitelenen sinema, sanat olmasının yanısıra birçok sanat dalından beslenen çok büyük bir kitle iletişim aracı.

Jean Luc Godard’ın  “Le petit Soldat” filminde “Fotoğraf gerçektir. sinema saniyede 24 defa gerçektir” repliği vardır. Sinema bir mucizedir. Mucizelerinizin ,hayallerinizin, gerçeklerinizin düş alanı sinemayla kalın…

arzuardadeger@gmail.com

YORUMLAR

  1. Ebru Başyurt dedi ki:

    Harika …Çok teşekkürler Arzu hanım…