SIRA DIŞI BİR YÖNETMEN : MİCHAEL HANEKE
“Hikâyelerimi nispeten açık bir şekilde sunarak, izleyiciyi kendi yansımalarına katkıda bulunmaya zorluyorum. Bu, aynı zamanda izleyiciye karşı da en saygılı davranıştır. Beni şaşkın ve güvensiz kılan kitaplarda ve filmlerde, sorularını gündeme getiren ve cevapları yazmadan düşünmeye teşvik eden kitap ve filmlerde her zaman daha büyük bir başarı buldum. Beynini hareket ediyor gibi hissetmek gerçekten zevkli bir şey. Ve filmlerimde de istediğim buydu.”
Michael Haneke
Bu haftaki yazım; Avusturyalı sıra dışı bir yönetmen olan, Michael Haneke ve filmleri hakkında…
Öncelikle kimdir bu Michael Haneke?
Almanya’nın Münih şehrinde dünyaya gelen aslen Avusturyalı bir yönetmendir. Viyana’da felsefe ve psikoloji üzerine eğitim almıştır. Zira filmlerinde de felsefik ve psikolojik aktarımlar da, bu aldığı eğitimin bir yansıması olsa gerek… Kendi filmlerini; “kimsenin kolayca ve içi rahat bir şekilde seyredemeyeceği filmler” olarak tanımlar. Genellikle modern toplumdaki bireyleri alır odağına. İnsanların iç yaşantısını, çıplak bir gerçeklikle anlatır. Bunu anlatırken, genelin aksine müzik kullanmaz… Modern toplumları farklı bir bakış açısıyla değerlendirir. Kapitalist sistemin insan psikolojisi üzerindeki tahribatını anlatır.
“Duygusal Buzlaşma Üçlemesi” adını verdiği ve üçlemenin İlk uzun metrajlı filmi 7. Kıtadır. (Der Siebente Kontinent, 1989) Film kendi çekirdeklerinde hayat sürdürmek zorunda bırakılmış, modern ve sıradan bir ailenin günlük yaşamını anlatır. Toplu şekilde intihar ederek, kaçışı ölümde bulan bu ailenin dramı, modern topluma da ayna niteliğindedir.
Toplumun en küçük yapısı yani aile kavramı üzerinden kurgular Haneke hikayelerini. Kapitalizmin modern insana bir takım roller verdiğini, bunu da belli bir ritüelin içinde yapmalarını sağlayarak adeta programlanan robot bireylere dönüşmesini, içlerindeki yalnızlığı, kendilerinden uzaklaştırılmış hallerini çok iyi anlatır. Haneke Yedinci Kıta filmini bir gazete haberinden kaynak alarak yapar. Makineleşen modern insanın çaresizliğini sinemasına taşır.
Bu üçlemenin ikinci filmi 1992 yılında “Benny’s Video” Filmin adından da anlaşılacağı üzere ana karakteri Benny, ergenlik çağında, Viyana’ da ailesi ile yaşayan bir çocuk. Benny nin ailesi burjuvazi bir ailedir. Devamlı çalışan ebeveynlerin çocuğu olan Benny, evde tek başına vakit geçirmektedir. Bir bakıma bu yalnızlığını video dükkanlarından kiraladığı filmler ve televizyona olan ilgisiyle gideren Benny’nin en önemli özelliği ise; her şeyi videoya almasıdır… Filmin de çekildiği 1992 yılında patlak veren Bosna Savaşı’nı film boyunca arka planda televizyonda seyrediyoruz. Benny’in şiddete eğiliminin kiraladığı videolarda da gün yüzüne çıkıyor.
Günlük hayatında medya vasıtasıyla şiddet unsuru içeren bir takım görsellere,oyunlara maruz bırakılan çocukların, hayata bakış açılarına kötü bir yön vermektedir. Şiddetin her alanda ve şekilde olduğunu kabul edersek, “normalleştirme” kavramını da beraberinde getirdiğini görmememiz çok mümkün. Filmde, para kazanmaya odaklanmış ebeveynlerin, çocuklarının izlemeye merakı olan şiddeti gerçek anlamda deneyimlenmesiyle, bir felaketin sonrasında, eksik kalan şeyleri iki yüzlü bir şekilde tamamlamaya çalışmaları oldukça manidardır… Haneke’nin kapatalist sistemin içinde kaybolmuş anne ve babaların, çocuklarıyla olan iletişimsizliğine de, çok ağır bir eleştri getirdiğini görüyoruz.
Üçlemenin son filmi ise Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası Haneke bu filmde, 71 sahneden oluşuyor. Avusturya’da mülteci olarak yaşayan bir aile, savaş ve getirdiği felaketlere karşı son derece rahatsızlık duyan bir çift, bankada çalışan güvenlik görevlisi ve profesyonel bir sporcu… Her birinin farklı hikayesi var… Filmin başında, bu insanların normal gündelik hayatını gösteriyor. Sonrasında banka içerisinde bir gencin yaşadığı anlık bir durumun bir felakete nasıl dönüştüğünü ve bu insanların hayatların kesiştiği son sahne , bir bankada ani bir şekilde yaşanan katliam oluyor! Bu insanların, hayatlarının kesiştiği yer, şiddetin toplumla iç içe geçtiği yere de dönüşüyor aynı zamanda… Şiddetin toplum içinde birbiriyle yüzleşmesi. Şiddet şiddeti doğurduğunu, Toplumsal travmaların, yaşanılan felaketler arkasından yoğunlaşarak şiddetle kendini göstermesi gibi de okuyabiliriz.
Duygusal buzlaşma üçlemesi filmlerinden sonra yönetmenin, dünyada en prestijli ödüllerden olan Cannes Film Festivali ve Akademi Ödüllü,filmlerinden bahsetmek istiyorum. İlki (Caché, 2005 ) Saklı. Haneke bir karakterin çocukluk zamanında işlediği bir suç ile yüzleşmeye zorlanması, fikri kafasında oluşurken, tesadüfen 17 Ekim 1961 Paris Katliamı üzerine bir belgesel izliyor. (17 Ekim 1961’de, Paris’te, Fransa’nın Cezayir’i işgaline karşı yüzlerce Cezayirli’nin katıldığı gösteriye saldıran Fransız polisi tam bir katliam gerçekleştirir. 200’den fazla Cezayirli öldürülerek Seine nehrine atılmıştır.) Lakin, katliamın üzeri yayın yasağı ve sessizlikle örtülüyor… Bu yasakla birlikte, Fransız toplumunun yıllarca buna olan sessizliği, ve de böyle bir olayı belgeselden izlemesi ile birlikte tarihsel hafızanın nasıl bastırıldığını da irdelemeye başlıyor. Toplum ve kişisel anıların bastırılması arasındaki ilişkiyi devreye sokarak bunu da “Saklı” filminde anlatıyor yönetmen.. Cannes Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülünü almıştır bu filmi ile…
Film üzerine verdiği bir röportajda: Bu meselenin sadece Fransa’ya özgü olmadığını, Filmde Amerika ve diğer ülkelerin de işlemiş oldukları suçlarla ilgili; suçu kabullenmeme ve inkar yoluyla unutturulmaya çalıştıklarını, bu kolektif suçların, bu ülkeler için kara bir tarih olduğunu belirtiyor…
Peki kişisel hafızanın bastırılmasına dair olan bu ödüllü film konusu nedir?
Karısıyla birlikte iyi bir yaşamı olan ve televizyona edebiyat programı hazırlayan, Georges bir entelektüeldir. Bir gün kimden ve nereden geldiği belli olmayan bir paket alır. Ve arkasından diğer paketler gelir… Paketin içinden geçmişte yaşadığı bir olayla ilgili bir görüntü vardır. Bu tanıdığı birinden gelmektedir. Bunu bir tehtid olarak algılar ve geçmişiyle yüzleşmeye mecbur kalır. Ayrıca film, Fransa’nın yabancılaşmayı da konu edinmektedir.
https://haber.sol.org.tr/yazarlar/rifat-okcabol/toplumsal-yabancilasma- isimli yazısında: “Fransa’nın, 26 Ağustos 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesinin (2) ilk maddesinde, “insanlar sahip oldukları haklar yönünden özgür ve eşit doğarlar, özgür ve eşit yaşarlar” demesine de bakmayan. 1789’dan sonra iktidar olanlar, kendi bildirgelerindeki değerlere yabancılaştıkça, Avrupa’daki diğer ülkelere saldırdıkları gibi, pek çok ülkeyi sömürge haline getirmiştir.” Şeklinde bahseder. Zira Paris Katliamında da olduğu gibi, bu söylemin çok gerçekçi olduğunu kabul etmek gerekir…
Ödüllü diğer filmi ise 65. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülüne layık görülen “Amour” (Aşk) Aynı zamanda “Yabancı Dilde En İyi Film” dalında da Oscar heykelini kucaklamıştır. (2013) Haneke bu sefer yaşlı bir çiftin, sevgi ve bağlılığını konu ediniyor. Yıllarını birlikte geçirmiş bu çiftin, son derece dokunaklı hikâyesini izliyoruz filmde. Yine gerçek bir hikayeden esinlendiğini, anlattığı hikayenin, ailesinden birinin bire bir yaşadığı bir durum olduğunu, ve kendisinin de çok fazla etkilendiği anlatmış yine bir röportajında.. Haneke’nin kurgularının altında mutlaka gerçek bir hikaye yatıyor…
Filmin kısaca konusunu şöyle: Georges ve Anne, 80 yaşında ikisi de eğitimli müzik öğretmenidir ve bu işlerinden emekli olmuşlardır.. . Bir gün Anne bir kriz geçirir ve felç olur. Anne’in felç geçirmesinin ardından çift bununla başa çıkmaya çalışır… Sevgilerini ve bağılılıklarını test etmeleri açısından yeni bir dönemdir.
Fazlasıyla etkilendiğim bir Haneke filmidir… Duygusal yoğunluğu ve işlediği kavramları ele alışı açısından da çok önemli bir yerde duruyor… Sahnelerin uzun süre hafızamı meşgul ettiği ender filmlerden…
Haneke ve filmleri ile ilgili yazacak çok şey var elbet. Bazı yönetmenler yaz yaz bitmez. Çünkü çok şey vardır, devamlı üretirler, bir dertleri vardır. Bunun için didinirler. Yaşanılan ve hapis olan her şeyin dili olurlar. Önemli ve dokunaklı şeyler anlatırlar ve onu da hafızamıza kazmayı çok iyi becerirler…
Yazıma Haneke’den bir sözü ile başladım ve yine bir sözüyle bitirmek istiyorum:
“Şiddet, iletişim eksikliğinin bir neticesi. İnsanlık var olalı beri süregelen bir sorun bu. Hakikaten iletişim kurmanın bir yolu aranırsa, şiddetten başka bir çözüm mutlaka bulunur.”
Sevgiyle kalın…