Alfredo James Pacino, Sicilya kökenli Salvatore ve Rose Pacino’nun tek çocuğu olarak dünyaya gelir. Henüz iki yaşındayken, ailesinin boşanması sebebiyle, annesiyle dede evine taşınır.
Takma ismi Sonny olsa da lisede sahne sanatları alanında başarılı olduğu için arkadaşları onu ‘aktör’ diye çağırır. On dört yaşındayken Bronx’ta izlediği Çehov’un “Martı” oyunu, oyuncu olmaya karar verişindeki en büyük etkenlerden biri olur. Lee Strasberg’in Aktörler Stüdyosu’nda seçmelere katılır ve kabul edilmez. Ancak pes etmemeye kararlı olan Pacino, hem akıl hocası hem çok yakın arkadaşı olacak Charlie Laughton’dan oyunculuk dersleri alır ve dört sene sonra stüdyoya kabul edilir.
1966’da Broadway’de “Why Is A Crooced Letter” oyunu ile tanınmaya başlar. 1968’de bir sokak serserisini oynadığı Israel Horovitz’in “The Indian Wants the Bronx”daki rolüyle de En İyi Erkek Oyuncu dalında OBIE ödülünü kazanır. Bir yıl sonra ise “Does the Tiger Wear a Necktie? “deki performansıyla tiyatronun Oscar’ı sayılan Tony Ödülü’nü ilk kez kazanır.
Ekranda göründüğü ilk çalışması 1967-1969 yılları arasında ABC’ye çekilen polisiye drama olan “N.Y.P.D.”dir. Dizinin bir bölümünde o zaman sevgilisi olan Jill Clayburg ile birlikte oynar. İlk sinema filmi “Me, Natalie”de (Fred Coe /1969) ufak bir rolü canlandıran Pacino, asıl yeteneğini bir uyuşturucu bağımlısını canlandırdığı “Panic In the Needle Park” ta (Ülkemizde niyeyse “Esrar Bitti” diye çevrilmiş) (Jerry Schatzberg /1971) gösterir. Öyle ki Francis Ford Coppola çekeceği mafya filmi için onu kadroya almayı düşünür. Stüdyo başlangıçta kendisine ikna olmasa da, kovmaya yer arasa da yönetmen Coppola onun arkasındadır ve ısrarla bu rol için Al’i istemektedir. Ve nihayet “The Godfather” (1972) ile yıldız oyuncular kervanına dahil olan Pacino için, eleştirmen Larry Cohen şunları yazar; “Baba, Al Pacino’ya aittir. En küçük role kadar geriye kalan herkes çok iyi, ama mükemmel olan Pacino”
Üçüncü filmi “Scarecrow” (Jerry Schatzberg / 1973) , Gene Hackman’la oynadığı bir yol filmidir. Pacino’nun sinema kariyerindeki en üzücü deneyimlerinden biridir, bu filmi yapmak istemediğini söyleyen Pacino “Okuduğum en iyi senaryoya sahipti, Garry Michael White yazmıştı. Gerçekten şahane isimler vardı projenin içinde, ancak bütçeyi düşürmek isteyince, kimi sahneler atılmak zorunda kaldı ve filmi kurban ettik.” der. Eleştirmenlerce ‘sahte bir senaryo ve rezalet bir film’ olarak tanımlanmıştır. Ben bu eleştiriyi biraz acımasızca buldum aslında, Gene Hackman’ın kendi kariyerinde çok beğendiği performansını sergilediği bu film en azından oyunculukları ile bile dikkat çekici.
Aynı sene “Serpico” (Sidney Lumet) ile En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar’a aday gösterilir.(Ödülü Jack Lemmon alır) Film, New York polisinin rüşvet aldığını ortaya çıkaran dürüst polis memuru Francisco Vincent Serpico ‘nun teşkilattaki gerçek hayatını konu edinir.
“The Godfather” üçlemesinin ilk filmindeki performansı ile Oscar’da En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü’ne aday olan Pacino, ikinci filmindeki muazzam performansı ile üçüncü kez Oscar’a aday olur. Ancak yine eli boş döner ,ödülü Art Carney alır. Sinema tarihinin efsane yapımlarından biri olan “The Godfather “ (Baba) , Mario Puzo‘nun aynı adlı romanından uyarlanmış, Al Pacino’nun Marlon Brando ile başrollerini paylaştığı, 40’ların ve 50’lerin Amerika’sında geçen, bir İtalyan mafya ailesinin öyküsünü anlatır.
1975 yılına geldiğimizde ise benim şahsi olarak, Al Pacino filmografisinde, izlediğim günden itibaren, en sevdiğim film ile karşılaşıyoruz; “The Dog Day Afternoon” (Köpeklerin Günü) Biseksüel banka hırsızını oynadığı rolü ile hafızalara kazınan bir performansa imza attığı bu film, gerçek bir olaya dair yazılan bir makaleden esinlenmiştir. Pacino , hikaye üzerine hem yönetmen Sidney Lumet ile hem senarist Frank Pierson’la yoğun bir mesai harcar, ancak karakterine yeterince odaklanamadığını söyler. Hatta açılış sahnelerinin yeniden çekilmesini talep eder. Kendisinin şöyle bir anektodu var; “Bankaya gözlükle girmiştim ve ‘hayır ,büyük soygun gününde gözlük takmamalı; gözlüklerini evde unutmalı, çünkü yakalanmak istiyor’ diye düşündüm.” Baba II setinden henüz çıkan Pacino, kendisine gelen bu filmi başlangıçta kabul etse de hemen bırakır , çok yorgundur ve rolü yüksek performans gerektirmektedir. Rol Dustin Hoffman’a gider, o da kabul etmeyince yeniden ,ve iyi ki, kendisine gelir. Bu rolü ile dördüncü kez Oscar’a aday olur, bu sefer de ödülü Jack Nicholson alır.
1979’da henüz tiyatroya dönmeden “And Justice For All” (Ve Herkes İçin Adalet / Norman Jewison) filmini çeker. Kendisine beşinci Oscar adaylığını getiren film, yargı sistemindeki sorunlarla mücadele eden dürüst bir avukatın hikayesi üzerinedir. Aynı yıl çekilen “Kramer Kramer’a Karşı” filminin başrolünde oynamayı reddeden Pacino, bu seferki Oscar ödülünü, filmin başrolünü alan Dustin Hoffman’a kaptırır.
1980’deki “Devriye” filmi, filmografisindeki en tartışılan film olur ve eşcinseller tarafından henüz set aşamasındayken protestolarla karşılanır.Bir eşcinselin katilini arayan polisi canlandıran Pacino, senaryoyu okuduğunda filmin eşcinsel karşıtı bir yanının olmadığını, belki bunun kendisinin heteroseksüel bakış açısına sahip olup yeteri hassasiyeti göstermemiş olabileceğine bağlayarak, kendi özeleştirisini de verir. Ancak film, tamamlandığında Pacino’nun çektiği film değildir; katilin sahneleri kesilmiş, Pacino’nun karakterine odaklanılmıştır.
“Revolution” (1985) ve “Author!Author!” (1982) sonrasında “Scarface” (1983) ile tam aradığını bulur. Kübalı bir mülteci, sert, cüretkar, üstün ve suç dünyasında yükselen bir karakter; Tony Montana. Senaryosunu Oliver Stone’un yazdığı, yönetmenliğini Brian DePalma’nın yaptığı film için zamanında eleştirmenler sert yorumlarda bulunur, ancak film zamanla ve replikleriyle kült bir eser haline gelir; ayrıca Tony Montana 182 defa ‘fuck’ kelimesini kullanarak bir ilke imza atar.
1989’da “Sea of Love” da (Aşk Denizi / Herold Becker) sevgilisinin, aradığı katil olup olmadığı şüphesini taşıyan bir dedektifi oynar. Rolünü ilginç ve cazip bulan Pacino, kendi çelişkilerinden de aktarım yaptığı performansı ile çok beğenilir ve 1990’da En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde Altın Küre’ye aday gösterilir.
“Local Stigmatic” in (1990) ardından gelen “Godfather III” (1990) , serinin son filmi olur. Pacino’nun performansı çok beğenilse de, Baba 3 ilk iki filme nazaran sıkıcı bulunur. 163 dakikalık süresi ile de serinin en kısa filmidir. Ben teknik ve dramatik açıdan Baba 2’yi çok daha iyi bir film olarak bulsam da serinin her bir filmini ayrı ayrı seviyorum, hatta Baba 3’ün finalini de çok beğeniyorum, filmde emeği geçen tüm efsanelere yakışan bir son olduğu kanaatindeyim. Merdivenlerde, kızının öldüğü sahnede sessiz çığlık atan Pacino, o sahneyi öyle tasarlamadıklarını, o andaki duyguyla çığlığın kendi içinde öyle çıktığını ve bunun sahne üzerinde derin bir gücünün olduğunu söyler. Filmde kızını oynayan Sofia Coppola, yönetmen Francis Ford Coppola’nın kızıdır ve şu anda da film yönetmenliği yapmaktadır. Sofia, filmden ayrılan Winona Ryder’ın yerine filme dahil olmuştur.
Michelle Pfeiffer ile Scarface sonrası ikinci kez beraber oynadıkları “Frankie And Johnny”de orta yaşta, abartılı romantik ve duygusal anlamda yeniden doğan bir aşçıyı oynar.İki oyuncuyu karşılıklı keyifle izlemek için bile ideal bir film.
1993’te “Carlito’s Way”de ( Carlito’nun Yolu) Brian DePalma ile yeniden çalışma fırsatı bulur. Uyuşturucu suçundan mahkum olup, cezasını çeken ve hapisten çıkan Carlito Brigante sevgilisi Gail ile birlikte kendisine yepyeni bir hayat kurma gayesindedir, ancak ne kadar uzak durmaya çalışsa da geçmişi onun peşini bırakmayacaktır. Teknik anlamda bir DePalma klasiği olan filmi, Scareface’in devamı ya da benzeri gibi düşünebiliriz. Pacino, “Yaralı Yüz” deki gibi yine bir suçluyu canlandırsa da, burada daha duygusal, daha sakin bir rolle karşımıza çıkar. Sahneler Yaralı Yüz’e göre daha yumuşaktır. 70’lerin müzikleri ile de hasret giderebileceğimiz yapım, Pacino’nun en bilinen ve sevilen filmlerinden biridir. Kendisine Sean Penn, Penelope Ann Miller ve John Leguizamo gibi iyi oyuncular da eşlik etmektedir.
1995’te “Heat” filmi gelir. Başarılı bir hırsızlık çetesinin peşindeki zeki ,hırslı dedektif Hana rolündedir. Robert De Niro’nun da oyuncu kadrosunda olduğu yapımın en önemli özelliği iki usta aktörü ilk kez perdede buluşturan film olması. Filmin yönetmeni Michael Mann, her iki oyuncusu için şunları söyler; “De Niro rolü, yapımın bir parçası olarak görüyor, çok çalışıyor ve karakteri gibi dirhem dirhem inşa ediyor. Al’in karakter içgüdüsü farklı. Daha çok Picasso’nun yoğun bir şekilde saatlerce boş bir tuvale bakması gibi. Daha sonra bir çok fırça darbesi ve karakter hayat buluyor”
1996’da iki büyük tutkusu olan Shakespeare ve tiyatroya geri dönen Pacino, III.Richard’ı araştıran yarı belgesel bir film olan “Looking For Richard”ın (Richard’ı Ararken) yapım, yönetim ve oyunculuk kısımlarını kendisi üstlenir. Buradaki performansı ona Amerikan Yönetmenler Birliği Ödülü’nü getirir.
1997’de Johnny Deep ile birlikte mafyayla ilişkisi olan çeteyi ifşa eden bir sivil ajanının gerçek hikayesi “Donny Brasco”da (Köstebek) oynar. Kiralık katilden komik Lucifer’a geçiş yaptığı “The Devil’s Advocate” de (Şeytanın Avukatı) bu seferki rol arkadaşı Keanu Reeves’tir. Bugüne kadar hiç kaybetmemiş bir avukat ve baştan çıkarıcı ,alaycı bir şeytan..! Yönetmen Taylor Hackford, Frank Sinatra’dan “It Happened in Monterey” şarkısını söyleyip dans ettiği sahneyi, Pacino’nun prova sırasında tamamen doğaçlama yaptığı mizansenden esinlenerek çekmiş. Kendisi için söylediği şu sözler beni çok etkilemişti ; ”Al ,şu ana dek gördüğüm en cömert aktör. Sete kibirli de gelse, havalı da gelse sorun değildi, ama hiç gelmedi.” İşte benim Pacino’m!
90’ları “The Insider” (Köstebek / Michael Mann) ve “Any Given Sunday” ( Kazanma Hırsı /Oliver Stone) filmleriyle bitirirken, 2000 yılının açılışını,kendisinin oynayıp yönettiği “Chinese Coffee” ile yapar. Dramadaki ilk yönetmenlik denemesidir.
2002’de ününü yitirmekte olan yönetmen Viktor Taransky’i oynadığı “S1m0ne” ile bilim kurgu dünyasını keşfeden Pacino için rolü, illüzyon, başarı, başarısızlık , şöhret, gerçeklik gibi unsurlarla haşır neşir olması bakımından kendisi için yeterince baştan çıkarıcıdır.
“Memento”yu (Akıl Defteri) çok beğenen Pacino, Christopher Nolan’ı bir yönetmen olarak merak eder ve Imsomnia’nın (Uykusuz / 2002) kadrosuna Hilary Swank ve Robin Williams ile beraber dahil olur. Her ne kadar Williams’ın rolü kendisinden daha büyük ve etkileyici olsa da, Pacino küçük rolünü katmanlı bir halde zenginleştirerek göz doldurmasını bilir. (hep yaptığı gibi)
2003’te HBO’nun 6 bölümlük mini Tv dizisi “Angels In America”da oynadığı karakteri, ona Emmy kazandırır.
İyi bir rejiye sahip olan The Merchant Of Venice ‘de (Venedik Taciri /Michael Redford -2004) bir başka sahne karakteri olan Shylock’a can verir. Tüm rollerine kattığı o tutkuyu bu karakterinde de buram buram hissetmek mümkündür.
Robert DeNiro ile yeniden buluştuğu “Righteous Kill” (Orijinal Cinayetler / Jon Avnet – 2008) iki usta aktörün eleştirildiği ve filmin de beğenilmediği bir yapım olur. Senaryo gerçekten kötüdür, ancak bu iki şahane ismi yan yana görme keyfini hiçbir şey engelleyemez, değil mi?
2007 yapımlı Steven Sodenberg’in çektiği “Ocean’s 13” Danny Ocean ve çetesinin bugüne kadarki en hırslı ve riskli kumarhane soygununun konu edildiği serinin üçüncü filmidir. İlk iki filmde de yer alan George Clooney, Brad Pitt, Matt Damon, Andy Garcia, Casey Afflek ’li dev kadroya bu kez Al Pacino dahil olur.
Tv’ye çekilen “You Don’t Know Jack” (Doktor Ölüm / Barry Levinson – 2010) iyileşme umudu kalmayan hastaların ölmesine yardım ederek ‘ölüm meleği’ lakabını alan Doktor Jack Kevorkian’ın hayatını anlatan bir uyarlamadır ; ötenazi konusunu düzgün bir reji ve senaryo ile işleyen önemli bir filmdir ve Pacino yine çok iyidir.
2000’lerin başında rol aldığı diğer yapımlar da şunlardır; “People I Know”, “The Recruit, “Gigli”,”Two Fort The Money”, “88 Minutes”
2011’e geldiğimizde Dennis Dugan’ın “Neden böyle bir film çekmiş, neden Al Pacino’yu düşünmüş, neden Al Pacino oynamayı kabul etmiş?” diye sorduğum, Pacino’nun kendisini oynadığı, başrolünü de Adam Sandler ile paylaştığı “Jack and Jill”i izledi bu gözlerim. Olayın henüz şokunu atlatamadan bu sefer “Stand Up Guys” (2012)ile sarsıldım. Benim için Al Pacino’nun “Neden bu filmde yer almış?” diye sorumu yinelediğim ve filmografisinde hiç sevmediğim işi budur; üstelik diğer rollerde yine çok sevdiğim Christopher Walken ve Alan Arkin gibi ustalar olmasına rağmen… Sebebi belki para, belki sadece eğlence bilmiyorum; belli bir yaşa gelen büyük aktörlerin kariyerlerinde zaman zaman bu tip deformeler, kaçış boşlukları, absürt işler bulunabiliyor.
Performansı ile Altın Küre ve Emmy adaylığı aldığı “Phil Spector” (David Mamet – 2013) biyografi ve mahkeme filmlerini sevenler için harika bir seçenek. HBO’nun hiç de sıradan olmayan yüksek bütçeli Tv işi olan yapım, müzik yapımcısı olan Phil Spector’un hapse girmeden önceki davalarını konu ediniyor.
2015 yapımı “Danny Collins”i açıkçası korkarak ve sonunda hiç beğenmeyeceğimi düşünerek izlesem de keyif aldım. Dan Fogelman‘ın ilk yönetmenlik denemesi olan film, halk şarkıcısı Steve Tilston’ın gerçek hikâyesinden esinlenmiş. Her rolün altından ustalıkla çıkmasını bilen Al Pacino sanki bir aktör değil de şarkıcı, o kadar inandım! Bir yandan John Lennon’a saygı duruşunu ihmal etmeyen film, diğer yandan seyirciye , Lennon’ın rock şarkıcısı Danny Collins’e yazdığı mektubu ortaya çıkararak, hayat dersi veriyor.
Yıl 2018…Yine HBO, yine bir biyografi ve yine müthiş bir Al Pacino. Bu adam bu karakterlerin hepsi nasıl olabiliyor sahiden?! Skandal futbol koçu Joe Paterno’nun çocuk tacizi skandalıyla altüst olan yaşamının konu edildiği “Paterno” nun yönetmeni “Rain Man” filmiyle bildiğimiz Barry Levinson. Filmin anlatımı ara ara ağır aksak ilerleyip sizi sıkar hale gelmeye başlasa bile, Pacino’nun rolü adına fiziksel yaratımını (hem tipleme hem beden dili) izlemek için bile değer.
Tarantino’nun çok konuşulan ve seyirciyi tam anlamıyla ikiye bölen filmi “Once Upon A Time In America”da (2019) ufak bir rolde ve az sahnede yer alan Pacino, bu filme gelene dek “No Somos Animales”, “Salome”, “Manglehorn”, “ The Humbling”, “Miscondut”, “The Pirate of Somalia” ve “Hangman” filmlerinde rol alır.
2020 Şubat’ında Amazon yapımı Tv dizisi “Hunters” ile arz-ı endam eden Pacino, sinema adına ,şimdilik, son olarak Michael Polish’in “Axis Sally” filminde rol aldı. Post-prodüksiyon aşamasında olan film için, sinema salonlarının Covid-19 salgını sebebiyle kapalı olduğu bir dönemde net bir gösterim tarihi elbette verilemiyor. Ancak usta aktörün son hızla devam ettiği kariyerine Kral Lear’ı ekleyeceği haberi de gündemimize düşmüş bulunuyor.
Bugüne dek hiç evlenmeyen Pacino’nun, Beverly D’Angelo ve Jan Tarrant ile beraberliklerinden olan üç çocuğu bulunuyor. Aktör olmadan evvel postacı, ayakkabı satıcısı, süpermarket görevlisi, gazete dağıtıcısı, yer gösterici, büro elemanı ve manavcılık yapan Al Pacino bu sayede olsa gerek, pek çok farklı karakterle tanışma ve onları gözlemleme fırsatına sahip oldu. Gerek ekranda gerek perdede izlediğimde beni hâlâ mıknatıs gibi kendisine sabitleyen, göründüğü an “ben buradayım” diyen, rol yaptığına değil her seferinde o karakter olduğuna ikna olup hayranlıkla izlediğim tek oyuncu dün olduğu gibi, bugün de Al Pacino. Sanatını üretme sürecinin tüm detaylarıyla da ilgilenen yaratıcı bir deha olan Al Pacino, benim için tutku kelimesinin tam karşılığındaki isim; o gözlerde ve beden dilinde bunu görememek imkansız. Bir aktör düşünün ki 70’li yaşlarında bile delicesine tiyatro yapmak istesin ve tüm ustalığına rağmen hâlâ oyuncu koçu ile çalışsın!
Kendime görev bilip, 80. yaş gününe özel bir derleme olarak hazırladığım bu yazıyı, gelmiş geçmiş en büyük aktör kabul ettiğim, o muazzam gülüşün sahibi, efsane yıldız Al Pacino’ya saygı duruşu olarak tarihe not düşmek isterim.
İyi ki doğmuşsun Pacino’m!
Kaynakça :
Lawrence Grobel / “Al Pacino” ( söyleşi ve röportaj)