celal yıldız uzaktan eğitim bodrum haber katılım bankası kdv iadesi
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul °C

İYİ DEĞİL, ÇOK ÇOK İYİ BİR DİZİ: THE HANDMAID’S TALE

Arzu Arda Deger
"Perde büyülü bir dünyadır. Öyle bir gücü vardır ki, duyguları başka hiçbir sanat formunun yanına bile yaklaşamayacağı bir şekilde ortaya çıkarır" Stanley Kubrick

 

Uyandınız, işe gitmek üzere hazırlanıp dışarı çıktınız, hep uğradığınız markete uğradınız, alışverişinizi yaptınız, ödeme yapacağınız sırada kasiyer size kredi kartınızın geçersiz olduğunu söyledi. Belki bir anlam veremediniz, ancak buradan çıkıp iş yerinize vardınız ve kovulduğunuzu öğrendiniz. Ailesiyle mutlu, huzurlu, sakin ve “özgür” yaşantısının devam ettiği rutin sabahlarından birine uyanan her kadın o gün aynı şeyi yaşadı. Bundan sonrası içinse dört seçenekleri vardı;  Komutanlar için Damızlık Kız olmak, hizmetçilik (Marthalar), fahişelik, Koloniler’e gönderilmek.

Türkçe’ye “Damızlık Kızın Öyküsü” olarak çevrilen Margaret Atwood‘un distopik eseri “Handmaid’s Tale”,  Reagan ve Thatcher’in “Kadınlar eve dönsün, çoluk çocuklarına sahip çıksınlar” dediği dönemde kaleme alınmış.  2017 itibarıyla da televizyon uyarlaması yapılan dizinin yaratıcısı Bruce Miller. Oyuncu kadrosunda ise Elisabeth Moss, Joseph Fiennes, Yvonne Strahovski, Samira Wiley, Alexis Bledel, Ann Dowd, Max Minghella gibi isimler yer alıyor.

ABD’nin bir parçası olan Gilead distopyasında, askeri teokrasi ve içlerinden doğurgan özelliğe sahip bazı kadınlara devlet mülkü gibi davranan tutucu bir rejim hakimdir. Bu kadınlar (damızlıklar) yönetimden sorumlu yüksek rütbeli askerlerin emrine “sağlıklı bebek” doğurmaları için sunulmuştur ve isimleri dahi yoktur. Hizmetini gördüğü komutanın ismi ile bilinip, çağrılır. Misal, kahramanımız June Osborne (Elisabeth Moss), komutan Fred Waterford (Joseph Fiennes)’unki mânâsında ‘Offred’ diye isimlendirilmiştir. Bu dehşetengiz sistemden önce de bir hayatı vardır Offred’in; ismi June’dur, Luke ile evlidir , Hannah isminde bir kız çocuğu vardır, çalışan bir kadındır, kitap editörüdür, Brooklyn’de yaşamaktadır. Ama şimdi hiçbiri yoktur, dahası yasaktır …

Flashbacklerle karakterlerin bir önceki yaşamlarını da izleyebildiğimiz o nefis kurguda, senaryo adeta ilmek ilmek işleniyor. Hikayesi, castı, oyunculuk performansları, sinematografisi, ışığı, kostümü,  irrite edici o buz gibi atmosferi, yönetmen koltuğundaki isimlerin değişmesine rağmen kurulan sağlam rejisi, açıları, ölçekleri, planları ile bir işi dramatik ve teknik anlamda kaliteli  kılabilecek tüm argümanlara sahip, son yıllarda izlediğim en başarılı çalışma diyebilirim.

Karanlık bir atmosfere sahip olsa da sınıfları birbirinden baskın şekilde ayırt eden iki renk gözümüze çarpıyor; kırmızı ve yeşil. Damızlık kızların kostümleri kırmızı, hizmetinde oldukları komutan eşlerinin kostümleri ise yeşildir.

Gilead rejiminin kurulmasında, hatta kanunlarının yazılmasında etkili olan başrol karakterlerden Serena , kızların başındaki Lydia Teyze, Marthalar’ın gönlümüzde taht kuranı Rita, yine ağır bedeller ödemiş olan damızlıklardan Janine, Kanada’ya kaçmayı başarabilen Moira, Emily gibi yan karakterlerde de çok güçlü kadınları izliyoruz.

The Handmaid’s Tale ilk sezonu ile 69.Emmy Ödülleri’ne (2017) 13 dalda adaydı ve  “Dram Dalında En İyi Dizi”, En İyi Senaryo, Elisabeth Moss performansıyla “En İyi Kadın Oyuncu” ödüllleri başta olmak üzere toplamda 10 ödül kazanan yapım olmuştu. Takip eden sezonlar da ödüllere doymadılar, haklı olarak.

Satırlarını okuduğunuz bu yazı, üçüncü sezon 11.bölüm yayımının hemen akabinde yazılmıştır. Sezonu bitirmeye son iki bölüm! Heyecan dorukta! Tatile çıkacağım için sezonun tamamlanmasını bekleyemeden yazdım, ne yalan söyleyeyim, ama zaten bitmiyor. Pek taze bir haber olarak dördüncü sezon onayını da almış olduğunu öğrendiğimiz dizimizin 3.sezon 11.bölüm rejisi de Türkiye doğumlu yönetmen Deniz Gamze Ergüven’e aitti. Ergüven’i , Fransa adına çektiği ve Oscar’a ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ kategorisinde aday olan filmi Mustang ile hatırlayacaksınız. Mustang’i beğenmemiştim, o ayrı bir konu da, bölümdeki yönetimini, kadrajlarını gayet tatmin edici buldum. Onun da kullandığı ve genel olarak bu dizide ikili sahnelerde kullanılan farklı açı tekniklerini reji anlamında beğeniyorum. Açı-karşı açı ve ölçek eşitleme klişesinden kurtulduğu için lezzeti bir başka.

Bruce Miller, 3. sezonu şu kelimelerle tarif etmişti: ‘Savaşmak için kutsanın!‘ Ve ifadelerine şunları eklemişti: “2. sezonda Gilead’dan çıkabileceğimizi gördük ama bu sizin özgür olduğunuz anlamına gelmiyor. Luke (OT Fagbenle) ve Moira (Samira Wiley), Amerika’dan kaçtılar, ama June’u bırakmış olmanın getirdiği suçluluk duygusundan dolayı tam anlamıyla özgür olamıyorlar. Senarist ekibinde, dünyadaki faşist rejimleri incelemeye ve insan haklarının nasıl reddedildiğini anlamaya dair muazzam bir entelektüel merak var.”

Buradan hareketle June ve arkadaşlarının, özgürlük mücadelesine diğer sezonlara göre daha yakından bakabileceğimiz bir 3. Sezon hayalimdi aslında, çoğumuzun öyleydi. Sezon ortasında bizi bir umutlandırıp, bir hayalkırıklığına uğratan June’un akıbeti, 10.bölüm itibarıyla öyle bir ivme kazandı ki , bundan sonra hikayede herhangi bir noktada geri dönüş  olursa seyirci hüsrana uğrar ve doğal olarak hikaye sıkar. Kaldı ki bazı seyirci 3.sezonun gereksizliğine dem vurmakta, hayalkırıklığına uğradığını yazıp çizmekte; doğrusu pek abartılı yorumlar bunlar. Haksızlık etmeyelim, 2. Sezon ile sonlandırsaydık, yani June da kaçsa ve bu iş bitseydi çok bencilce olmaz mıydı?  Sizi bilmem ,ama bir kadın olarak arzum sadece June’un değil, diğer tüm kadınların ve gelecekleri insanlık dışı uygulama ile tecavüzden öteye gitmeyecek olan kız çocuklarının hepsinin kurtarılmasından yana. Zaten June da kızı Hannah ve hemcinslerini kurtarmak için Gilead’da kaldı.

Dördüncü sezon, hikayenin neticelendirildiği son sezon olur umarım. Damızlık kızlar, Martha’lar ve Komutan Lawrece’in ve hatta Elanour’un işbirliğinde daha fazla aksiyon, heyecan, gerilim yaşayacağımız şimdiden aşikar; hatta rejimin oluşumuna ve işleyişine katkı veren isimlerin de sistemi terk edip devrimin tarafına geçişini, bu mücadeleyi büyütüşlerini heyecanla izlemek isterim. Elbette ‘mutlu son’ bekliyoruz gözyaşlarımız eşliğinde ve o lanet olası Gilead Cumhuriyeti’nin distopik bir hikaye olarak  sadece ve sadece romanın sayfalarında kalmasını!

Dini kisve altında güçlenen ABD ve Avrupa’daki muhafazakarlığın kadınların kazanımları açısından ne kadar ciddi tehdit oluşturduğunu gösteren roman ve tv uyarlaması, yaşadığımız coğrafya, bu coğrafyada kadına verilen değer, kadının toplumdaki statüsü, önlenmeyen kadın cinayetleri, taciz ve tecavüzler, kazanımların gün be gün törpülenmesi, fetva adı altında giyim, eğitim, duruş ,oturuş ,kalkış, evlenme, çocuk sahibi olma gibi alanlarda yaşam şeklimize her daim müdahale anlamında geniş çerçevede bakıldığında, anlatılanların yalnızca ‘distopik bir hikaye’ ya da ‘çok uzak ihtimal’ olarak ele alınmaması gerektiğini üstüne basa basa vurguluyor.  Roman da, dizi de, hatta 11.bölümde Serena ile Fred’in  ormanda geçmişi andıkları bir sahnede söyledikleri de bize zaten bunu anlatıyor;

Fred: İyi bir yazardın.

Serena: Bunu benden nasıl alabildin?

Serena’nın direksiyon başına geçip tıpkı eski özgür günlerindeki gibi arabasını, üstü açık olarak süratle sürmesi ve eşlik eden rüzgarla o günlerindeki hazzı aldığını anladığımız yüz ifadesine baktığımda; çalışan kadın olmayı bırakın, araba kullanabilmek, kitap okumak, müzik dinlemek gibi en basit hakların yasak olduğu bu sisteme Serena gibi diğer kadınların da bir tuğla eklemiş olduklarını bilmek hem üzücü, hem ürkütücü. Ödün verilen her hak ve kazanım , telafisi olmayan ya da çok zor olan bir yaşam şekli resmediyor.

Beni böylesine endişelendiren, üzen, geren, sinirlendiren, duygulandıran, zaman zaman ağlatan, bazen dibe vurdursa da ümidi bir yerde yeşerten, heyecanlandıran, karakterlerin üzüntüsüne de mutluluğuna da ortak eden bir yapım izlememiştim. Önce hemcinslerime sonra herkese ısrarla izlemelerini tavsiye ederim.

Bir ilk yapıp yazımı, dizinin 3.sezon 11.bölümde bizi çok heyecanlandıran iki sahne arasındaki paralel kurguda dinlediğimiz Kate Bush’un “Cloudbusting” şarkısı ile sonlandırmak istiyorum (bu arada dizideki tüm şarkılar çok nefis ve çok anlamlı)

*Yazılarımı bir şarkıyla bitirme fikrini de çok tuttum, bundan sonra böyle ,)

arzuardadeger@gmail.com

 

 

YORUMLAR

  1. Gökhan dedi ki:

    Güzel bir inceleme olmuş, kaleminize sağlık. Dizim bitsin buna başlayayım ben 😊

    1. Arzu Arda Deger dedi ki:

      Çok teşekkur ederim, bence hemen başlayın ,)

      1. Gökhan dedi ki:

        Olmaz, Supernatural’ı bitirmem lazım 😊

  2. Selin Şekerci dedi ki:

    Bu diziyi daha önce duymuştum ama fırsatım olmamıştı kısmetse izleyeceğim..

    1. Arzu Arda Deger dedi ki:

      Hazır 3.sezon da bitiyorken art arda izleyiverin, ne şans! ,)