celal yıldız uzaktan eğitim bodrum haber katılım bankası kdv iadesi
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul °C

“BİRBİRİMİZE ve DOĞAYA ,YANİ “KÜÇÜK ŞEYLER”E İHTİYACIMIZ VAR

Arzu Arda Deger
"Perde büyülü bir dünyadır. Öyle bir gücü vardır ki, duyguları başka hiçbir sanat formunun yanına bile yaklaşamayacağı bir şekilde ortaya çıkarır" Stanley Kubrick

Bir ormanda uyku gözlükleri takılı,tek sıra halinde ilerleyen, enerjisini hissetmek adına sarılacak ağaç bulmaya çalışan kadınlı erkekli gruptan oluşan bir terapi ‘event’i olduğunu anladığımız enteresan, bir o kadar da hoş bir sahneyle açılıyor “Küçük Şeyler”. Fonuna aldığı Claude Debussy ‘nin ‘Syrinx’ isimli eserin, doğanın sakinliğine eş düşen flüt solosu şahane bir seçim. Bu melodinin hafiften bir gizemi de var ,bize bir yandan filmin hemen ilk sahnesinde “dur bakalım, değişik bir film izleyeceğiz galiba” dedirtiyor.

İlk filmini alnının akıyla tamamlayıp, ödüllere boğulan çoğu yeni yönetmenin kayıplara karıştığı bu zaman diliminde, böyle başarılı isimlerin ikinci, hatta üçüncü filmlerini çekebildiklerini görmek, sonrasında da o filmleri izleyebilmek sektörümüz adına sevindirici. “Küçük Şeyler”, Kıvanç Sezer’in ‘Babamın Kanatları’ndan sonra yönetmen koltuğuna oturduğu ‘konut üçlemesi’nin ikinci filmi. Bizzat Kıvanç Sezer’in kendisinden evvelden edindiğim bilgiye göre, alt-orta-üst sınıfın hikayelerini anlatacağı konut üçlemesinin temalarını işçi, beyaz yakalı ve müteahhit olarak belirlemişti.

Titizlikle kotardığı ve çok başarılı bulduğum ilk filmi “Babamın Kanatları”nda Vanlı Kürt inşaat işçisi İbrahim’in (Menderes Samancılar) dramını izlemiştik. Mega kentte sonu gelmeyen site şantiyelerinden birinde işçi olan İbrahim , Van’da yaşayan ailesine para yollama derdindedir, bunun yanı sıra kanser hastası olduğunu öğrenir. Tedaviye başlarsa şantiyeyi bırakmak zorundadır, çalışmaya devam ederse hastalığı ilerleyecektir. Bu arada inşaatta çalışan bir öğrenci düşerek iş cinayetine kurban gider. Şirket, davadan vazgeçmeleri karşılığında öğrencinin ailesine kan parası ödeyince İbrahim için “kanatlanma fırsatı” olur. Kentsel dönüşüm, şantiyeye dönen ve nefes alınamayan şehir yaşamları, Kürt inşaat işçileri, öğrenci olup, üstelik, sigortasız çalıştırılan işçiler, gece-gündüz çalışılsa da birikimi yapılamayan o paralar, sağlığını yitirme pahasına yaşamını heba eden alt sınıfın bireyleri… Şükür ki gerçek derdi olan bir sinema anlayışı ile aynı zamanda işçi sınıfına da sahip çıkan kararlı net dili, şahane oyunculuk performansı ve tertemiz rejisiyle bir ilk film izlemiştik.

Üçlemenin ilk halkası olması dolayısıyla ,olabildiğince özet olarak anlatmaya gayret etsem de, konusuna ve derdine değindiğim bu ilk filmi bilmeden/izlemeden ikinci filme geçmek olmazdı. İbrahim ve arkadaşlarının yaptığı bu lüks sitelerde elbette yaşam da başlayacaktı. Küçük Şeyler’de  bu sitelerdeki dairelerden birini banka kredisi ile satın almış bir çiftin ‘geçim’ hikayesine dahil oluyoruz. Dikkatli ve hafızası güçlü olan seyirci kadın başrol Bahar’ı canlandıran Başak Özcan’ı ,Babamın Kanatları’nda, yapılan sitenin örnek dairesini kocasıyla gezen kadın rolünden hatırlayacaktır. Orada eşi olarak başka bir erkek oyuncu vardı, ama bu filmde eşi rolünde ,iyi ki ve büyük bir zevkle, Alican Yücesoy’u izliyoruz! Yücesoy, bu filmdeki performansı ile ‘En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü ilk olarak Karadağ’daki 33. Herceg Novi – Montenegro Film Festivali’nden aldı, sırasıyla bunu Adana Altın Koza, Antalya Altın Portakal ve Malatya Film Festivalleri’nden aldığı ödüller takip etti.

Bunların dışında film; 26.Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali‘nde  “En İyi Senaryo” (Kıvanç Sezer) ve “Türkan Şoray Umut Veren Genç Kadın Oyuncu Ödülü” ( Başak Özcan) 56.Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “Cahide Sonku Ödülü” Selda Taşkın (En İyi Kurgu) , 9.Malatya Uluslararası Film Festivali’nde “En İyi Film “,”En İyi Kadın Oyuncu” ödüllerini aldı.

Yönetmen, dram türündeki ilk filminden sonra, daha çok komedi ögelerini kullandığı bu filmini bize beş bölüm halinde sunmuş ve her bir bölümü isimlendirmiş; Yol Ayrımı , Yeni Hayat , Algının Kapıları , Küçük Şeyler , Anne Sevgisi  ve Nice Yıllara.

Komedi gibi görünse de bu filmi salt komedi türünde ele almanın hata olacağını düşünüyorum, zira bir ilaç firmasında yönetici pozisyonunda çalışan Onur’un işini kaybetmesiyle başlayan süreç, debelendiği ekonomik çıkmazla birlikte evliliğinde çatırdamaları da beraberinde getirmektedir. Tek sorun işsiz kalması da değil, aynı zamanda sorumsuz ve rahat biri olmasıdır. Öyle ki kovulduğunda aldığı kıdem tazminatını kısa sürede yiyip bitirmiş olmalarına rağmen tatil planı yapmakta bir beis görmemektedir. Böyle durumlarda devreye giren aile büyükleri olur, filmde bu Onur’un annesi (Nihal Koldaş) olarak karşımıza çıkıyor, ama ne yazık ki fayda etmiyor. Evi satın almak için çektikleri krediyi Bahar’ın öğretmen maaşı da karşılamayınca çiftler arasındaki çatışma kaçınılmaz oluyor. Baktığımızda kendi ailemizden, kapı komşumuzdan, akrabalarımızdan  ya da arkadaşlarımızdan biri her bir karakter, hepsi etrafımızda gördüğümüz gerçek insanlar ve gerçek yaşam hikayeleri.  Yani anlatılan hepimizin dramı…

Tüm bunlar olurken aralıklarla zebra figürü karşımıza çıkıyor; Onur evde Tv’de zebra belgeseli izliyor, havuzda yüzerken suyun içinden dışarıdaki zebra kafasını görüyor (kendi mayosu da siyah-beyaz çizgili), patronu ile konuşurken kafasında maske olarak görüyor vs. Açıkçası yönetmenin “zebra” metaforunu nereye, ne maksatla konumlandırdığını anlamakta zorlandım. Google’a zebra ile ilgili bilgili almak için yazdığımda şu bilgiler işi biraz netleştirdi gibi;

Zebra harika bir düzende, eşsiz bir patterne sahip olması ile diğer hayvanlardan kendini her ortamda ayırır. Genelde siyah/kahverengi beyaz çizgiler ve çok hızlı aksiyona geçebilme özelliği ile avcılarının kafasını karıştırdığı bilinir, ve neredeyse doğduğu andan itibaren ayakları üzerinde durabilir, yani aynı zamanda dengeyi temsil eden bir totem hayvanıdır. Sembolizmde zebralar hızlı aksiyon alabilmeyi, seri hareket etmeyi ve yola çıkış noktamızdan varılacak hedefe doğru neden yola çıktığımızı bilmeyi temsil ederler.

Tüm bunlar tam da Onur’un kişiliğinin tezatı! Onur’un eksik yönleri…

Son yıllarda hayatımızın gerçeklerinden biri olan antidepresan kullanımına da değiniyor film, bunu es geçmemeli. Zaten Onur’un halüsinasyonları da bununla bağlantılı. Ofisinde koskocaman bir antidepresan kutusundan çıkıp masadaki arkadaşlarının yanına oturduğunda iş hayatındaki mutsuzluğuna, daha önce bize sözleriyle ifade etse de ,bunun artık kabus haline gelmeye başladığına net bir şekilde ikna oluyoruz. Sosyal medyada da çoğu zaman depresyon ve antidepresan kullanımı haber olarak karşımıza çıkıyor. Çoğu kişi bunu “burjuva hastalığı” olarak görse de psikiyatr Cemal Dindar bize işin aslının öyle olmadığını söylüyor ve ekliyor; “Hapı her anlamda emekçi sınıfı yutuyor, evlerdeki antidepresanlar da ağrı kesicileri yerinden etmek üzere”

Kredi borcuna girip alınan evler, arabalar, bunları ödeyebilmek için yetmeyen kadın ve erkeğin maaşının üstüne ailelerden alınan yardımlar, varsa eğer çocuğun masraflari, iş yaşamının stresi, bulunduğumuz ekonomik krizde her an işimizden olma endişesi, işimizden olduğumuzda haklarımızın gasp edilmesi, koskoca ormanların içine ağaçlar talan edilerek kurulan çok katlı beton yığınlarının vaat ettiği güvenlikli, huzurlu, konforlu yaşamların sahteliği, bir oksimoron olarak “yeşilliğin içinde” doğadan kopuşumuz, koptukça mutsuzluğumuzun artması, plazalar, plaza dili ,dilin yozlaşması, emek gaspı, sorumsuz erkek modeli, işi toparlamaya çalışan kadın modeli ve nihayetinde “birbirinize, doğaya sarılın ve dinleyin; işte yaşam bu” diyen bir film.

Her ne kadar ilk filminin sinema dilini daha net bulsam da, buz gibi gerçekliğimizi yüzümüze vururken başvurduğu absürt komedinin dozunu artırması bu filmde en beğendiğim şey oldu. Teknik olarak bu filmi ilkine göre daha sağlam, ölçeklerini, kadrajlarını daha yenilikçi buldum. Son dönem sinemamızın bozkırdan ya da şehirli entelektüellerimizin iç sancılarından mütevellit hikayelerini izlemekten epey sıkılmış olan benim gibiler için çölde bir vaha “Küçük Şeyler”, senenin iyi yerli yapımlarından biri. 29 Kasım Cuma günü de şaşırtıcı oranda yüksek salon sayısı ile gösterime girecek olması da sevindirici bir haber. İzlemediyseniz önce ilk film Babamın Kanatları’nı, sonra Küçük Şeyler’i tavsiye ediyorum, daha sonra da bana yorumlarınızı yazın.  Şimdiden iyi seyirler…

Filmin fragmanı;

 

Filmden şarkı;

 

arzuardadeger@gmail.com

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.